Kabe İle İlgili Bazı Hususlar
1. Beytin hacılar için temiz tutulması
Kâ‘be ve hac ile ilgili âyetlerde üzerinde durulan hususlardan biri de Kâ‘be’nin temiz tutulmasıdır: “Bir zamanlar Kâ‘be'nin yerini İbrahim'e hazırlamış (ve ona şöyle emretmiş)tik: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut” (Hac 22/26); “…İbrahim ile İsmail'e şöyle ahid vermiştik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!" (Bakara 2/125). Bu âyetlerde “temiz tutma”nın (tathir) mutlak olarak zikredilmesinden hareketle ulema genelde Mescidi Harâm’ın maddî ve manevî her türlü pislikten temiz tutulmasının istendiğini belirtirler.
Orası Yüce Yaratıcının misafirleri için maddî yönden tertemiz tutulmalı, huzur ve sükûn içinde ibadetlerini yerine getirmeleri temin edilmelidir. Kâ‘be tevhidin simgesi olduğundan, bina ediliş amacına uygun olarak şirk unsurlarından tamamen arındırılmalı, ziyarete gelenler tevhidi, müşahede yoluyla, kalplerine iyice yerleştirmelidir. Bu temiz tutma hükmü diğer mescitler için de geçerlidir.
2. Mübarek olması
Âl-i İmrân sûresinde (3/96): Doğrusu insanlar için mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olarak kurulan ilk ev, Mekke'de olandır” buyrulur. Müfessirlerin verdiği bilgiye göre bereket kelimesinin “artmak” ve “bekâ/devam” olmak üzere iki anlamı vardır. Birinci anlamı dikkate alındığında, orada yapılan kulluk ve taatlerin sevabının daha fazla olması veya Mekke’nin ekin bitmeyen bir yer olmasına rağmen çeşitli bölgelerden getirilen ürünlerin orada bolca bulunması anlaşılır. İkinci anlamı esas alındığında ise Kâ‘be’nin, bina edili- şinden günümüze binlerce sene ayakta kalması ve ziyaretçilerinin hiç eksik olmaması hususu dile getirilmiş olur. Dünya küre şeklinde oldu- ğundan Kâ‘be’ye yönelen, namaz kılan insanların günün her vaktinde kesintisiz olarak bulunması yorumunu yapanlar da vardır. Bütün bunlar Kâ‘be’nin kalıcı anlamında “mübarek” olmasının tezahürleridir.
3. Âlemlere hidayet kaynağı olması
Kâ‘be’nin Kuran’da zikredilen bir diğer özelliği de “âlemlere hidayet kaynağı” olmasıdır. Onun vaz ediliş amacı bütün insanlara tevhid inancını duyurmak ve göstermektir. Onun hidayet kaynağı oluşu ehl-i tevhidin yanı sıra diğer insanlar için de geçerlidir. Tevhid akidesini benimseyenler, sırf Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla onu ziyaret eder, ona yönelerek namaz ibadetlerini ifa ederler. O, gayrimüslimler için de yol göstericidir. Bu kutsal bina tesis edilişinden itibaren insanlar arasında meşhur olunca, onu gö- ren veya duyan insanın aklına “Bu binayı kim, niçin inşa etmiştir” sorusu takılmakta, “Onu Hz. İbrahim, tevhid akidesinin simgesi olsun diye inşa etmiştir.” cevabı ile onun inşa ediliş sebebinin nefisleri şirk pisliğinden arındırmak olduğunu öğrenmiş olur. Ayrıca müminlerin uygulamalarıyla da insanlar arasında tevhidin nasıl olması gerektiğini kavramış olur.
4. Beytin Kıble Oluşu
Hz. İbrahim ve İsmail, Kâ‘be’yi inşa ettikten sonra Cenâb-ı Hak onlardan, orada tavaf eden, ibadete kapanan, namaz kılanlar için Beyt’ini temiz tutmalarını istemiştir (Hac 22/26; Bakara 2/125). Burada namaz kılanların da zikredilmesi Kâ‘be’nin ilk bina edilişinden itibaren aynı zamanda kıble işlevi gördüğünü gösterir. Çünkü Kâ‘be, içinde namaz kılmak için değil etrafında tavaf yapmak ve namazda kendisine yönelmek maksadıyla bina edilmiştir. Hz. İbrahim’in binayı alan olarak küçük, kalabalık cemaatleri alamayacak kapasitede yapmış olması da bundan kaynaklanmış olmalıdır.
Yukarıda işaret edilen âyetlerde namaz kılanlar için “kıyamda duranlar, rükû ve secde edenler” ifadesinin kullanılmış olması, namaz ibadetinin söz konusu rükunlarıyla ilk peygamberlerden itibaren varlığına işarettir. Her ne kadar günümüz Ehl-i kitâbı genelde bunu terk etmiş olsalar da.
5. Hz. İbrahim’in hac çağrısının muhatapları
Hz. İbrahim’e hitaben “İnsanlar içinde haccı ilan et. Yaya olarak veya uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler” (Hac 22/29) buyruğu, hac çağrısının, yalnızca Mekke ve çevresinde oturanlara değil mesajın ulaş- tığı ve oraya gelme imkânı bulabilen herkese yönelik olduğunu gösterir. Hatta burada kabile veya ırk ayrımı da yoktur. Hz. İbrahim’in gittiği her yerde bu çağrıyı yapmış olması, kendisinin de birçok kere bu kutsal mekânı haccetmiş, insanlara tevhidi ve Hanifliğin esaslarını tebliğ etmiş olması muhtemeldir. Hz. İbrahim’in Hanifliği tebliğ coğrafyası dikkate alındığında, onun belli bir ırkı ya da bölgeyi hedeflemediği, aksine uğradığı her yerde putperestlikle mücadele ettiğini anlıyoruz.
6. Mescid-i Haram’ın insanlar için eşit olması
Mekkeli müş- riklerin müminleri Mescid-i Harâm’dan alıkoymalarının eleştirildiği bir âyette “…yerli ve dışarıdan gelen insanlar için eşit kıldığımız Mescid-i Haram” (Hac 22/25). (22) diye söz edilir. Durum böyle olmakla birlikte zamanla Kureyş ve ondan çoğalan kollar (Hums) kendilerini bu konuda ayrıcalıklı görmeye başlamıştır. Meselâ rivayete göre Hums dışındaki Araplar ve diğer milletlere mensup insanlar Arafat’ta vakfe yaparken, onlar Müzdelife’de yapıyorlar ve “Biz Haremin sâkinleriyiz, biz Hareme tazim ederiz, Haremin dışındaki mıntıkada (Hill) kalan bir şeye tazim etmeyiz” diyorlardı. Bakara (2/199) âyeti ile onların böyle bir imtiyazlarının olmadığı anlatılmış oldu. Hac âyetindeki ifadeden hareketle Mekke’nin arazi ve evlerinin alınıp satılması, kiraya verilmesi hususu İslâm âlimleri arasında tartışılan bir mesele olmuştur. Anlatıldığına göre Hz. Ömer dönemine kadar hac mevsiminde Harem halkı yurtlarını dışarıdan gelenlere açar, imkânı olanlar büyük çadırlarda onları ağırlardı. Dışarıdan gelenler de yurt sahibinin müsaadesi ile diledikleri yerde konaklardı. Zamanla hırsızlık olaylarının artması üzerine bir şahıs evine kapı yaptırınca Hz. Ömer: Allah’ın evini hacca gelenin yüzüne kapı mı kapatıyorsun? diye çıkışmış, şahıs: Ben sırf onların mallarını korumak istedim, deyince vazgeçmiştir. Bunun üzerine diğer insanlar da evlerine kapı yapmaya başlamıştır.
7. Mescid-i Haram’da ilhad
Hac sûresinin 25. âyetinde Mescidi Harâm’dan alıkoyan putperesteler kötülendikten sonra “kim orada zulüm ile haktan sapmak (ilhad) isterse ona can yakıcı bir azab tattırırız.” buyrulmuştur. Âyetin geliminden söz konusu ilhad ile Cenâb-ı Hakk’ın insanlar için eşit kıldığı Mescid-i Harâm’dan insanları alıkoymak gü- nahı anlaşılabilir. Müfessirlerin bir kısmı ifadeyi daha genel anlamda ele almış; şirk, Kâ‘be’yi yıkmaya teşebbüs veya orada adam öldürmekten tutun küçük günahlara kadar her türlü masiyeti içine aldığını söylemiştir. Hatta Harem sınırlarında bir suç işlemeye, Meselâ bir adamı öldürmeye azmeden kimsenin, bu suçu işlemese bile âyetteki “zulüm ile ilhad” kapsamına girip elim azabı tadacağını belirtenler olmuştur. Ayrıca orada vurgunculuk yapmak özellikle bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bu tür davranışlar her yerde suç ve günah olmakla birlikte Allah’ın Harem’inde yapılması daha da büyük olmaktadır.
Kâ‘be ve hac ile ilgili âyetlerin bağlamı
Müslümanlara haccın menasikini açıklayan Bakara âyetlerini (2/196 vd.) hariç tutarsak15 Kâ‘be ve hac ibadeti ile ilgili âyetlerin -geniş anlamıyla- siyak sibaklarına baktığımızda genellikle yahûdi, hıristiyan ya da Mekkeli müşriklerin akide ve amelde içine düştükleri yanlışları dile getiren, onları bu yanlışlardan dönmeye çağıran, onlarla mücadele eden âyet kümeleri içinde yer aldıklarını görmekteyiz. Kur’ân’ın, muarızlarıyla olan tartışmalarında izlediği yöntem, daima, onların inanıp kabul ettikleri, karşı çıkmadıkları unsurları öne çı- karmak ve buradan hareketle onları ikna ve ilzam etmek olmuştur. Aynı usul, Kâ‘be ve hacla ilgili hususlarda da izlenmiştir. Hz. Muhammed döneminde hem yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i kitab hem de putperestler Hz. İbrahim’in faziletini itiraf ediyor, onu sahipleniyorlardı. Mekkeli putperestler, onun soyundan gelmekle övünür, Harem’inin sâkinleri ve inşa ettiği Kâ‘be’nin hizmetkârları olmayı kendileri için şeref addederlerdi, kendilerini onun şeriatinin mirasçıları olarak görürlerdi. Ehl-i kitab da onun soyundan gelmekle, onun dininden olmakla iftihar eder ve onun faziletini ikrar ederdi.
Müşrikler bu iddialarına karşın, Kâ‘be’yi haccetmekten Müslü- manları alıkoymaları vb. sebeplerle eleştirilmiş, azap ile tehdit edilmiş- lerdir. Çünkü onlar, Hz. İbrahim’in Kâ‘be’yi Mekke’nin sâkini olsun olmasın herkes için eşit olmak üzere inşa ettiğini biliyorlardı. Kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesini eleştiri konusu eden Yahudilere de deniyor ki: Sizler Hz. İbrahim milletinden olduğunuzu iddia ediyorsunuz, öyleyse Hz. İbrahim’in inşa ettiği ve üstelik âlemlere tevhid sembolü olmak üzere Mescid-i Aksâ’dan daha önce tesis edilmiş Kâ‘be’ye niçin itiraz ediyorsunuz? Bunu öncelikle sizin kabul etmeniz gerekir. Siz Yahudi ve hıristiyanlar, Hz. İbrahim’in çağrısına uyarak Kâ‘be’yi haccetmeniz, ona yönelerek namaz kılmanız gerekmez mi? Aslında bütün bu âyetlerde Ehl-i kitab ve müşriklere daha genel anlamda verilen bir mesaj da şudur: Sizler Hz. İbrahim’in milletinden olduğunuzu söylüyorsunuz.
Onun milletinden olmak, onun öğretilerini kabul etmeyi ve uygulamayı gerektirir. Dolayısıyla onun tebliğ etmiş olduğu Hanifliğin son temsilcisi olan Hz. Muhammed’e karşı çıkmayın. “Kendini aşağılık yapandan (beyinsizden) başka kim İbrahim milletinden (dininden) yüz çevirir!” (Bakara 2/130); “De ki: Allah doğ- ruyu söylemiştir. Öyle ise, hanif olan İbrahim’in milletine uyunuz. O müşriklerden değildi” (Âl-i İmrân 3/95). Sonra Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte Kâ‘be’yi elleriyle inşa ederken: “Rabbimiz! Kendi içlerinden (soyumuzdan) onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir resul gönder” (Bakara 2/129) diye dua etmişti. İşte Hz. Muhammed onun bu duasıdır. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Buna rağmen ona karşı çıkmak akıl kârı mı? Tirmizî’nin İbn Mes’ud’dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: “Her bir peygamberin peygamberlerden bir velisi vardır.
Benim velim de atam ve Rabbimin halili (İbrahim)dir” buyurmuş ve ardından şu âyeti okumuştur: İnsanların İbrahim’e en yakın olanı, ona tâbi olanlar, bu Peygamber (Hz. Muhammed) ve Peygambere iman edenlerdir. Allah da müminlerin velisidir” (Âl-i İmrân, 3/68).16 Burada son olarak bir hususu belirtmek istiyoruz: Aslında bütün peygamberler insanlar için birer imam yani önderdir. Bu konuda Hz. İbrahim’in farklı bir yerinin olduğunu söyleyebiliriz. Bakara sûresinde “Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca: “Ben seni insanlara önder (imam) yapacağım, demişti…” (2/124) buyrulur. Müfessirlerin açıklamalarına göre âyetteki “imamet” ile peygamberlik kastedilmektedir. O gerçekte insanlık için her yönüyle önder olmuştur.
Putperestliğin hemen her beldeyi kuşattığı bir dönemde onun kararlı tevhid mücadelesi, Rabbinin ağır emri karşısında gösterdiği teslimiyet, tevhidi temsilen inşa ettiği Kâ‘be, getirmiş olduğu şeriatin esasları kendinden sonraki peygamberler ve insanlık için kılavuz olmuştur. Kendisinin de dâhil olduğu ülülazm peygamberlerden Hz. İsa ve Hz. Muhammed başta olmak üzere peygamberlerin önemli bir kısmı onun soyundan gelmiştir. Kâ‘be’yi inşa ederken yapmış olduğu ve yukarıda mealini verdiğimiz âyetten (Bakara 2/129) anlaşıldığı kadarıyla o, burasının insanlık için kıyamete kadar Hanifliğin müşahede edilir bir merkezi, Hz. Muhammed’in getireceği İslâm’ın menbaı olma vesilelerini hazırlamıştır.17 Âyetteki ifade biçiminden anlaşılıyor ki o, Allah Teâlâ’dan son elçiyi yeni bir Kitab ile ve yalnız Araplara değil bütün insanlara göndermesini istemiştir. Başta Kâ‘be’yi hac olmak üzere Hz. Muhammed’in insanlık için getirmiş olduğu İslâm’ın esasları temelde Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği dine dayanır. |
|
|
|